Yüksel Yalçınkaya v. Türkiye Kararı Üzerine Prof. Dr. İzzet Özgenç Hocanın Söylemedikleri veya Söyleyemedikleri

0
628
  1. Prof. Dr. İzzet Özgenç, 21.10.2023 tarihinde, kendi sitesinde yayınladığı makalesinde, AİHM’in Yüksel Yalçınkaya v. Türkiye kararı ile ilgili önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu makaledeki değerlendirmeleri, yazarın yürürlükte olan TCK’nin hazırlanmasındaki ve yorumlanmasındaki rolü ve mevcut AKP hükümetine siyasi görüş olarak yakınlığının bilinirliliğini saklamaması açısından önemlidir. Yazar, fikirsel yakınlığına rağmen, Türkiye’nin yakın tarihine damga vuran, AKP hükümetlerinin hukuka aykırı eylemlerini eleştirebilme cesareti gösterebilen az sayıdaki akademisyenden birisidir.
  2. Makale, AİHM kararının doğru anlaşılması ve yorumlanması açısından önemli tespitlerde bulunmaktadır. Yazarın, özellikle, bu kararın Türk hukuku açısından bağlayıcı olduğunu vurgulaması, başvurunun ülkedeki sistematik ve yapısal bir problemden kaynaklandığını hatırlatması, bu kararın sadece başvuru sahibi açısından değil, aynı durumda olan binlerce kişi açısından uygulanması gerektiğini belirtmesi önemlidir.
  3. Bununla beraber, yazarın makalesinde, çok kısa ve öz değerlendirmelerde bulunması, bazı söylenmesi gereken hususları atlaması ve yeterince açıklamaması, Yüksel Yalçınkaya kararının mevcut yargılamalar açısından öneminin tekrar vurgulanması gereğini ortaya çıkarmıştır.
  4. Herşeyden önce, Yüksel Yalçınkaya kararında FETÖ/PDY tabiri çok sık kullanılmasına rağmen, yazarın, 2.5 sayfalık yazısında bu tabiri kullanmaktan kaçınarak bu tanımlama ile arasına mesafe koyması yerinde olmuştur. Yazar, makalesinde, bu tabir yerine, AİHM kararında da kullanılan, “cemaat”, “örgütsel yapı” veya “terör örgütü” gibi diğer tabirleri tercih etmiştir. Zira, Yüksel Yalçınkaya kararında, başvurunun konusu, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin bir FETÖ darbesi olup olmadığının irdelenmesi değildir.
  5. Hatırlanacağı üzere, bizzat mevcut AKP rejimi, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin arkasındaki gücün ayrıntılı olarak araştırılmasına müsaade etmemiştir. Ayrıca, 15 Temmuz 2016 akşamı ve öncesi ne olduğunu açıklayan, darbe girişimine bizzat katılan askerlerin olayı açıklayan ifadeleri kamu oyu ile hala bilinçli bir şekilde paylaşılmamaktadır. Daha da, önemlisi, darbenin “cemaat” bağlantısını sağladı iddia edilen bir numaralı sanığı ve tanığı olan Adil Öksüz isimli kişi, adli makamların elinden alınarak güvenli bir şekilde yurt dışına çıkarılmıştır. Darbe girişiminden MİT’in haberinin olmaması, hükümete darbe yapan askerin başındaki kişinin uzun süre mevcut siyasi iktidarla uzun süre çalışması gibi gelişmeler hayatın olağan akışı ile izah edilemeyecek hususlardır. Bu, nedenle, bu darbe girişimini bir FETÖ/PDY darbesi olarak nitelemek çok kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Hiç şüphesiz, 15 Temmuz 2016 akşamı ile bu tarih öncesi ve sonrası gerçekleşen olaylar ileride bağımsız kurum ve kişilerce araştırılacaktır. Zira bu olay aydınlatılmadan, ülkede yeniden toplumsal barışın sağlanması zor gözükmektedir.
  6. Prof. Dr İzzet Özgenç, makalesinde, “Belirtmek gerekir ki bir örgütsel yapının terör örgütü mahiyetinde olduğuna ancak bir ceza yargılaması faaliyeti sonucunda mahkemenin hükmedebilmesi kişinin işlediği suçlar dolayısıyla aynı zamanda kişinin işlediği suçlar dolayısıyla aynı zamanda terör örgütü üyesi olarak sorumlu tutulabilmesi için mensup olduğu örgütsel yapının bu suçları işlediği tarih itibariyle mahkeme tarafından terör örgütü olduğuna karar verilmiş olmasını gerektirmemektedir” ifadesine yer vermektedir.
  7. Aslında bu cümle, sadece o örgütsel yapının işlediği ilk suçu işleyen örgüt mensupları için doğrudur. Diğer bir ifade ile, 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren örgüt üyeleri, bir örgüt faaliyeti çerçevesinde gerçekleştirdikleri bu fiilden dolayı terör örgütü yöneticisi, üyesi veya başka bir sıfatla mahkum edilebilirler. Ancak, 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgisi olmayan diğer kişiler için örgüt üyesi suçlaması yapılması için bir yapıyı terör örgütü olarak niteleyen, daha önceden verilmiş ve kesinleşmiş bir yargı kararına ihtiyaç vardır. Zira ceza hukuku açısından ortada bir örgüt var olmadan örgüt üyesi olunmaz ve örgüt üyesi yada yöneticisi olma kastı ile hareket edilemez. Halbuki, 15 Temmuz 2016 sonrası yapılan yargılamaların %99’unda, sanıklar, suç veya suç delili olarak görülen fakat aslında legal olan faaliyetlerini gerçekleştirdikleri tarihte olmayan bir terör örgütüne üye olmaktan yada olmayan bir terör örgütün yönetmekten yada böyle bir örgüte yardım etmekten suçlanmıştır. Daha anlaşılır bir ifade ile, 15 Temmuz sonrası yargılamaları ile, yüz binlerce kişi, henüz hayatta olmayan ve daha sonra daha doğacak olan bir kişiyi öldürmekten suçlanmış ve mahkum edilmiştirler.
  8. Yazarın makalesindeki, “AİHM ……ByLock iletişim programının kullanımına ilişkin özelliklerin delil olarak kullanılabileceği hususuna itirazda bulunmamaktadır” cümlesi doğru değildir. Tam tersine, AİHM, uzun değerlendirmeler sonucu ByLock delilinin netice itibari ile mahkemelere sunulan istihbari nitelikte bir delil olduğunu, bu hali ile CMK da digital delillerin elde edilmesi sırasında uyulması gereken ve bir delili güvenilir yapan unsurlara sahip olmadığını, sonradan adli yargılamalar sırasında yapılan işlemlerle istihbari nitelikteki bir delile adli delil niteliği kazandırılamayacağını ve güvenilir olmayan ByLock delilinin niteliğinin ve içeriğinin adli yargılamalar sırasında silahların eşitliği ilkesi çerçevesinde tartışılması gerektiğini, bu tartışma yapılmadan güvenilir olmayan bir delilin kullanılmasınını adil yargılanma hakkının ihlali sayılacağı sonucuna ulaşmıştır. Diğer bir ifade ile AİHM, dolaylı olarak, 15 Temmuz yargılamaları öncesi Türk hukukunda da kabul edilen bir kuralı tekrar etmiştir, “istihbarat bilgileri ceza yargılamasında doğrudan delil olarak kullanılamaz.” Çünkü istihbarat bilgileri analiz edilmemiştir ve elde edilmesi sırasında delilin güvenilirliğin sağlayan ceza muhakemesi hukukunun sağladığı güvenceleri taşımadan elde ediliği için de manüplasyona açık bilgilerdir. Tam bu sebeplerle, AİHM, ByLock delilinin mahkumiyet için aleyhe kullanılmasını hatta tek başına suçun unsurları yerine kullanılmasını adil yargılanma hakkının ihlaline gerekçe yapmıştır. Sonuç olarak, yazarın söyleyemediği husus, ülkede, Bylock kullanımı ile ilgili yürütülen tüm yargılamalar “Adil Yargılanma Hakkının” ihlalidir.
  9. Aslında, bu kararla birlikte, son 7 yıldır ülkede gerçekleştirilen FETÖ/PDY kaynaklı hukukuki görünümlü yargılama sürecinin temeli olan ByLock kaynaklı verilerin güvenilir olmadığı, bu verilerin aslında bir istihbarat raporundan öteye geçmediği, bu verilerin mahkeme ortamında bağımsız uzman görüşleri ile desteklenmeden yargılamalara esas alınamayacağı, ve başlangıçta bir istihbarat kurumunca elde edilen “idari” niteliğe sahip bir delilile daha sonra “yargısal” (adli) delil niteliği kazandırılamayacağı ve son olarakta özellikle günümüz Avrupasında, binlerce kişinin bir istihbarat raporu ile mahkum edilemeyeceği, edilirse de, bunun ne tür hak ihlallerine sebebiyet verebileceği bir defa ortaya konmuştur.
  10. Yazarın makalede kullandığı “AİHM ByLock delilinin “örgütsel bir iletişim” aracı olarak kullanıldığı yönündeki kabule itiraz etmemektedir” cümlesinden, ByLock, “örgütsel bir iletişim aracı olarak kullanılmıştır sonucu çıkmaktadır. AİHM tam olarak bunu söylüyor değildir. Tam tersine, AİHM ByLock kullanan herkesin terör örgütü üyesi sayılamayacağını, masum sıradan insanların da herhangi bir örgütsel kaygısı olmadan da belli tarihlerde bu programı kullanmış olabileceğini söylemektedir. Bu nedenle, ulusal makamlara bu programı kim hangi maksatla kullanmış ve bunu araştırın ve ulaştığınız içerikleri cebir ve şiddet unsuru ile ilişkilendirerek terör örgütü üyeliği ile ilişikin suçun unsurlarını nasıl oluşturduğunu kararınızda gösterin demektedir.
  11. Yazar, “Cemaat” olarak bilinen örgütsel yapı mensuplarının “…ilke olarak TCK m.30 da düzenlenen “hata” hükmünden yararlanacağını belirtmekle, beraber, mevcut yargılamalarda yargılanaların hemen hemen tamamında, toplumun bir kesiminin bu maddenin uygulanmaması sebebiyle, haksız yere yargılandığını ve mahkumiyet aldığını ve bunun aslında “alarm verici” bir durum olduğunu yeterince vurgulamamıştır. Zira, sözü edilen örgütsel yapıyla ilişkide olan kişilerin özellikle sivil halk kesimlerinin 15 Temmuz 2016 tarihine kadar bu yapıyı silahlı örgüt hale getiren amaç ve yöntemlerin farkında olduğunu ve bu bilinçle bu yapının içinde bulunduklarını söylemek hiç bir şekilde mümkün değildir.
  12. Yazar makalesinde, AİHM’in “cemaat” denen yapının geleneksel yöntemler dışında gizli yöntemler kullanarak amacını gerçekleştirmeye çalışan atipik bir yapı olduğunu kabul etttiğini belirtmekle birlikte, kullanılan yöntemler ne kadar atipikte olsa, Türk hukuku açısından cebir ve şiddet içermeyen atipik faaliyetlerin terör örgütü faaliyeti olarak görülemeyeceğini vurgulamamaktadır.
  13. Yazar, makalesinde, AİHM kararı çerçevesinde, kişiler hakkında mahkumiyet hükmü kurulurken isnat edilen suçun ispatı için delil olarak kullanılan, bir bankada hesabın olması, bir derneğe veya sendikaya üye olunması gibi hukuka uygun olarak kurulmuş ve devletin gözetim ve denetimi altında olan kurum ve kuruluşlarla legal faaliyet içinde olunmasının somut bir suçun varlığı ile ilişiki kurulmadan terör örgütü üyesi olarak kabul edilemeyeceğini açıkça vurgulamıştır. Bununla beraber, makalesinde, yazar, bir ceza hukuku profesörü olarak, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele kanunu kullanılarak, ülkede, bir “yargısal kıyım” yaşandığına, sayıları yüz binleri bulan kişilerin neredeyse %99’nun, 7 yıldır, aslında legal olan ve bir anayasal hakkın kullanılması niteliğindeki fiillerinden dolayı yargılandığı, mahkum edildiği, ceza evlerinde ölüme terk edildiği, ailelerinin parçalandığı, ülkelerini terke zorlandığı gerçeğine sessiz kalmaktadır. Ceza hukukçularının görevi sadece kanun hazırlamak ve kanunları doğru yorumlamak değildir. Kanunların özellikle ceza kanunlarının sistematik olarak yanlış bir şekilde uygulandığı ve özellikle de toplumun bir kesiminin siyasi sebeplerle yok edilmek için bir araç olarak kullanıldığı dönemlerde, ceza hukukçuları, kanunların yanlış uygulanmasının sosyolojik ve psikolojik sonuçlarına, her fırsatta, işaret etmek zorundadır.
  14. Yazar tarafından makalede vurgulanmış olmasa da, aslında Yüksel Yalçınkaya kararından başka genel çıkarımlara ulaşmak mümkündür Herşeyden önce, AİHM kararında açıkça belirtildiği ve yazarın da makalesinde vurguladığı gibi, bu kararın etkisi dava konusu ile sınırlı değildir. Diğer bir ifade ile, “her AİHM kararı kendi dava konusunu doğuran şartlar içinde sonuç doğurur” argümanı Yüksel Yalçınkaya kararı için söylenemez. Başka bir deyişle, Yüksel Yalçınkaya kararı bir “Osman Kavala” veya “Selahattin Demirtaş” kararı değildir.
  15. AY m.90/5 hükmü gereği, yerel yargı mercilerinin, uluslararası hukukun bir parçası olan AİHS hükümlerini ve AİHM kararlarını, dolayısıyla Yüksel Yalçınkaya v. Türkiye kararını, iç hukukta doğrudan uygulaması gerektiği konusunda şüphe yoktur. Bilindiği üzere, uluslararası hukukun uygulama biçimlerinden biri olan uluslararası antlaşmaların ulusal hukuktaki yerinin yorumlanmasına yardımcı olmak amacıyla iki görüş ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden olan “düalist” görüş, ulusal ve uluslararası hukuk sistemlerinin birbirinden ayrı iki farklı hukuk düzenleri olduğunu savunurken; “monist” görüş ise iki hukuk sisteminin aslında tek bir hukuk düzeninin bir parçası olduğu esasını benimsemektedir. Bu iki kuram incelendiğinde, hukukumuzda, özellikle temel hak ve özgürlükleri düzenleyen AİHS gibi sözleşmeler açısından monist kuramın tercih edildiği görülmektedir. Zira, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlük alanını düzenleyen bir uluslararası hukuk normu ile uluslararası hukuk sisteminin çatışması” halini düzenleyen bir Anayasa hükmü karşısında Türk hukuk sisteminin dualist görüşü benimsediği söylenemez. Anayasanın m.90/5 hükmü ile, devlet, isteyerek, egemenlik hakkından uluslararası hukuk lehine vazgeçmiştir. Bu hüküm ile, temel hak ve özgürlüklere ilişkin antlaşmalar bakımından, normlar hiyerarşisinde, uluslararası hukuku kanunların üstüne koymuş ve anayasa mahkemesinin yargısının dışına çıkartmıştır.
  16. Monist görüş çerçevesinde, temel hak ve özgürlükler alanında, uluslararası hukuka aykırı olan iç hukuk kuralları tamamen geçersizdir.
    Uluslararası hukuka aykırı iç hukuk kuralı olamaz. Uluslararası hukuk kuralı ulusal hukukta doğrudan etkili olur bunun için ayrıca bir işleme (transformasyona) gerek yoktur. Çünkü her iki hukuk düzeni bir bütünlük teşkil etmektedir. Kaldı ki, Yüksel Yalçınkaya kararında, AİHM, ulusal hukuka aykırı yeni bir uluslararası bir kural ortaya koymamıştır. AİHM, bu kararda, ulusal hukukta da geçerli olan, hatta olağanüstü dönemlerde de askıya alınması yasaklanmış temel bir güvencelerin görmezden gelindiğini ortaya koymuştur.
  17. Bu karar sadece başvurucu ile aynı durumda olanlar için değil, soruşturması veya yargılaması devam eden dosyaların yanında yargılaması bitmiş kesinleşmiş dosyalar için de geçerlidir. Bu kararın kendisi için anlam ifade etmediği, kapsam alanı dışında bıraktığı tek gurup, 15 Temmuz darbe girişimi fiilini gerçekleştiren kişilerdir. Diğer bir ifade ile, bu karardan, 15 Temmuz 2016 öncesi, özünde suç oluşturmayan, hatta bir hakkın kullanılması niteliği taşıyan;
    • ByLock kullanımı,
    • Bank Asya’ da hesap açma, para yatırma, para çekme,
    • Sendika kurma veya üye olma,
    • Dernek kurma ve üye olma,
    • Öğrenci evinde kalma,
    • Sohbetlere katılma,
    • Gazete, dergi okuma, abone olma,
    • Dershanede veya bir okulda eğitim görme,
    • “Hizmet hareketi” veya “Gülen cemaati” mensubu olduğu iddia edilen kişilere avukat, doktor, öğretmen veya başka bir mesleğin icrası
      çerçevesinde hizmet sunma ve
    • Tanık/gizli tanık beyanları kaynaklı “Hizmet hareketinin” veya “Gülen cemaatinin” legal faaliyetlerine katılma gibi
      barışçıl eylemlerden dolayı soruşturma geçirmekte olan, yargılanan ve hatta mahkum olan herkes faydalanacaktır.
  18. Bu durumda, sendika veya dernek üyelikleri, Bank Asya da hesap açma, legal olarak faaliyet gösteren özel üniversiteye hazırlık dersanelerinde veya özel okullarda çocukların eğitimini sağlama, bazı gazete ve dergilere abone olma gibi özünde bir hakkın kullanımı ve bir mesleğin icrası niteliği taşıyan legal faaliyetler terör örgüt üyeliği veya başka bir suçun delili olarak kabul edilemez.
  19. AİHM’in konusu suç teşkil etmeyen legal faaliyetlerin zaten bir suçun unsuru veya delili oluşturmayacağına dair bu davadaki tutumu, daha önce Taner Kılıç, Alparslan Altan, Mehmet Altan gibi birçok başvurudaki yaklaşımı ile uyumludur. Nitekim, AİHM, bu başvurularda, delil diye sunulan çocuğunu okula gönderme, gazete aboneliği, köşe yazısı yazma, medyada program yapma, sosyal çevre vb hususlarda da ihlal tespiti yapmış ve Yüksel Yalçınkaya kararında da bu anılan kararlara göndermede bulunmuştur.
  20. Bu kararlar sonrası, yerel savcılık makamları ve mahkemeler, AY m.90/5 hükmü gereği, FETÖ/PDY yargılamaları ile ilgili olarak, ByLock kullanımı, sendika üyeliği, dernek üyeliği gibi aslında legal olan, fakat 15 temmuz 2016 sonrası suç veya suç delili olarak görülen faaliyetleri değerlendirmeye almadan, şüpheli, sanık ve hatta mahkumlar hakkında, terör örgütü üyeliği, yöneticiliği veya terör örgütüne yardım gibi mevcut soruşturma ve yargılama konusunu oluşturan suçların maddi ve manevi unsurlarını yeniden oluşturmaya çalışacaktır. Neticede ise, tutuklu olan sanıkların tahliyesine ve yargılanması devam eden sanıkların beraatine karar verilecektir. Aynı şekilde, mevcut soruşturmalar takipsizlik kararı ile sonlandırılırken, hakkında kesinlemiş yargılama kararı verilenler ise yargılandıkları ağır ceza mahkemelerinden Yüksek Yalçınkaya v. Türkiye kararının yeni bir delil ve yeni bir olgu oluşturduğunu hatırlatarak CMK. m.311/1(e) gereği yeniden yargılama isteyebilecek ve beraat edeceklerdir.
  21. Zira, şu aşamaya kadar oluşturulamayan ve mahkeme kararlarına yansıtılamayan, suçun maddi ve manevi unsurlarının, özellikle ByLock kullanımı ve diğer legal faaliyetlerin artık delil olamayacağı düşünüldüğünde, 15 Temmuz 2016 olayından yıllar sonra, yeniden yapılacak dosya incelemeleri ve yargılamalar sonrası, oluşturulması ve şüpheli ve sanıklarla “cebir ve şiddet” bağlantısının kurulması, sanığın faaliyetlerinin sürekliliği, çeşitliliği ve yoğunluğuna dayalı olarak silahlı örgütle organik bağının tespit edilmesi ve örgütün hiyerarşik yapısı içinde bilerek ve isteyerek hareket ettiğinin ve örgütün amaçlarını benimsediğinin ortaya konması hemen hemen imkansızdır.
  22. Bu kararla birlikte, ülkedeki FETÖ/PDY yapılanmasına karşı öncelikle başta hükümetin, daha sonrada, bir bütün olarak Yargıtaydan Anayasa Mahkemesine kadar yargı makamlarının başlattığı ve 7 senedir süren mücadele “hukuki görünümünü” kaybetmiştir.
  23. Esasen, 15 Temmuz 2016 akşamı olanlara hiç ilgisi olmadığı halde, toplumun bir kesimini ötekileştirerek, sadece siyasi sebeplerle, legal faaliyetleri suç sayarak, yıllarca, yakalayıp gözaltına almak, mahkum edip hapislere atmak, işkencelere maruz bırakmak, ceza evlerinde ölüme terk etmek, aileleri parçalamak ve bu şekilde mağdur edilen binlerce kişileye sadece yiyecek, giyecek ve maddi destek sağladığı için de terör örgütüne yardım ediyor diye “ikinci bir mağduriyet” yaşatmak, sadece hukuk adına değil insanlık adına da büyük bir “ayıp” dır. Masum insanları, kadın, çocuk ve yaşlı ayrımı yapmadan, hukuksuzluğa mahkum edenler, bu karar sonrası, bir defa, daha yaptıklarından “insanlık adına utanmalıdır”. AİHM’in verdiği bu karar, geçte olsa, ülkedeki tek parti rejiminin hukuksuzluklarının “sistematik” ve “kurumsal” olduğunun bir yargı kararı ile ortaya konması açısından da, çok ama çok önemlidir.
  24. Bu karar, ayrıca, yıllardır ülkede hukuka aykırı bir şekilde, legal faaliyetleri suç olarak gören, yılların kıdemli hukuk Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi üyeleri için de, hukuk fakültesi 2. sınıf ceza hukuku ve 4. sınıf ceza muhakemesi hukuku dersleri bilgilerinin bir grup Strasbourg hakimi tarafından hatırlatılmasıdır. Bu kararda hatırlatılan temel ceza hukuku bilgilerinin 25-30 yıllık mesleki tecrübesi olan hakimlerce yıllardır görmezden gelinmesi, ülkedeki tek parti rejiminin, hakimlerin “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğunun da gözler önüne serilmesi açısından da önemlidir.
  25. Yüksel Yalçınkaya kararı, yargıyı ve medyayı da kontrolüne alan siyasi iktidarın, Terörle Mücadele Kanununu var oluş amacı dışında nasıl kullandığını, muhaliflerini “terörist” ilan etmek suretiyle nasıl “susturduğunu” göstermesi açısında da önemlidir. Nitekim, örneğin, 2022 yılında, 46 Avrupa Konseyi üyesi ülkesinin tamanında, 28.670 kişi terörle ilgili suçlardan mahkum olurken bu rakamın 27.654 kişisi Türkiye’ye aittir. Bu rakam, sadece 2022 yılında işlenen terör nitelikli suçlar itibari ile toplam terörist saysının % 96’nının Türkiye’de olduğunu ifade etmektedir. Aynı oran, 2021 yılı için % 95.47, 2020 için 97.72 dir. Neredeyse Avrupa’daki teröristlerin tamamının Türkiye’de yaşıyor olması ilginç değil midir? Yada, başka bir şekilde sorarsak, bir hakkın kullanılması niteliği taşıyan bir sendikaya veya derneğe üye olmayı, ya da bir bankada hesap açmayı, bir gazete ve dergiye abone olma yada belli bir TV kanalında program yapma gibi barışçıl eylemleri terör suçu yada delili sayan başka bir Avrupa ülkesi var mıdır?
  26. Bundan sonra, yerel yargı makamlarından beklenen, Mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen AY Madde 138/1 hükmün hatırlayarak (Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler.) “(ulusal ve uluslararası) hukuka uygun” bir karar vermektir.
  27. Ülkedeki siyasi iktidar ise bir tercih yapmak zorundadır. Zira, FETÖ/PDY söylemlerinde yolun sonuna gelmiştir. Siyasi iktidar, aynı söylemleri kullanarak toplumun bir kesimini ötekileştirmeye ve cezaevine göndermeye devam edemez. Ederse, bu tercihin anlamı bellidir; ülkeyi, daha büyük insan hakları ihlalleri, yeni hukuki belirsizlikler, kargaşa, ekonomik kaos, ve sosyal-psikolojik patlamalar beklemektedir. İktidar, AY m.87’yi devreye sokarak, genel bir af ilanı ile yargısal mağduriyetleri gidermeyi tercih ederse de, toplumun farklı kesimlerinin tekrar barışması gündeme gelecek, toplumsal barış ve huzur yeniden temin edilebilecektir. Zira, TCK m. 65/1 gereği, genel af halinde, “kamu davaları düşer, hükmolunan cezalar bütün neticeleri ile birlikte ortadan kalkar.”
  28. Esasen, tek parti rejiminin son dönemindeki hukuksuz uygulamalarından toplumun bütün kesimleri etkilenmiştir ve Türkiye cezaevleri hiç olmadığı kadar doludur. 2021 yılı verilerine göre, Türkiye’de her 100.000 kişiden 356’sı cezaevinde iken bu oran AB ülkelerinde ise 106’dır. Türkiye, Avrupa’da, mahkum sayısı ve oranı en yüksek olan ülkedir. Türkiye’deki cezaevlerinin toplam kapasitesi 289 bin 974 kişi olmakla birlikte, Ocak 2023 sonu itibariyle cezaevlerinde 341 bin 497 kişi bulunmaktadır. Bu kişilerin 298 bin 975’i hükümlü, 42 bin 522’si tutukludur. Cezaevi nüfusunun 325 bin 009’ü erkeklerden, 13 bin 977’i kadınlardan, 2 bin 511’i ise çocuklardan oluşmaktadır. Tek parti rejimi döneminde, 2006 – 2022 yıllara arasında 269 yeni cezaevi açılarak 216 bin 607 kişilik ilave kapasite arttırımına gidilmiştir. 25.10.2023 tarihi itibari ile, ülkede, sadece FETÖ/PDY suçlaması sebebi ile ise 695.757 kişi hakkında adli işlem yapılmıştır.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here